25 Aralık 2009 Cuma

NOKTA

Gördüm ki;
nefret kaplamışsa bir insanı
İçten dışa, ruhtan başa

Vazgeçmek gerekir.

Bazen kabul etmek gerekir.
Hayır
Bunu dönüştüremeyeceksin sevgiye.

Senin verdiklerin, sevgi olarak ulaşamıyorsa oraya
debelenmeyeceksin, göstereceğim diye.

Senin gönlün yetmez,
arzun,
sevgin,
aklın,
hiçbiri yetmez ikna etmeye.

Yok, inat etmenin bir anlamı yok.
Ne acı sana, umudun en yakından kırılıyor.

Debelenirken inatla seversem kazanabilirim,
bir insanı, daha mutlu edebilirim diye
edemeyeceğinin kanıtı
işte şimdi
tam bir tokat gibi vuruyor hücrelerine.

Bırakacaksın işte.
Bırakacaksın neye istiyorsa ona gömülsün madem.
Bırakacaksın istiyorsa mutsuz olsun madem.

Neyin intikamı, neyin bedeli
mühim değil ki…

Kaybetmişliğinle,
vazgeçmişliğinle.
kapat gözlerini
bu acının geldiği yöne…

24 Aralık 2009 Perşembe

SANCI

Aslında bir süredir güzellik kavramı üzerine düşünüp onu yazacağımı sanırken elim, kafam beni buraya getirdi.

Herkes aynı değil, bunu milyon keredir biliyoruz, yani bildiğimizi sanıyoruz ama o da zaten aynı sonuca götürüyor bizi. Bunu böyle vurgulamamın tek sebebi kendi sandığımın güncel doğruluğunun şımarıklığından olsa gerek.

İyi bir insan olmak istiyorum ben.
Bunu böyle söyleyince pek bir değeri kalmıyor gerçi, çünkü istemek yapmaya yetmiyor ya.
Ama yine de nasıl bir insan olmak istiyorum, onu yazayım...

İstiyorum ki, tüm varlıklar için iyi sonuçlanacak kararlar vereyim, eyleme geçeyim. Bu liderlik şımarıklığı falan değil, anlamı şudur ki; eylemlerim, düşüncelerim, kararlarım bir varlığı etkiliyorsa eğer ya da o anki durumunu pozitif yönde etkileyecek bir güce sahipse bunu kullanayım, değerlendireyim. Bu kimi zaman fiziksel ve düşünsel anlamda bir güçken kimi zaman bilginin, yeteneğin gücü olabilir. Demek değildir ki bir tek benim var, demek değildir ki bir tek ben yapabilirim, ama “ben” “bunu” yapabilirim.

Bir anım var, burada anlatmayacağım fakat o anı bana anlattı ki; gerçekten, bir insanı (örnekteki bir insan oluyor da ondan) mutlu etmek kadar insana mutluluk veren hiçbir halt yok kardeşim. Bunu söylerken denebilir ki “sen her haltı mı gördün ki biliyorsun”, ona cevabım da şudur; şu ana kadar gördüğüm her halttır zaten ve eklenebilirliği de saklıdır.

Kimi saflarca aptallık olarak görülebilir bu söylediklerim, ya da boş laf kardeşim yeri geldi mi herkes önce kendini düşünür diye, zaten yukarıdaki cümleden de anlaşılacağı gibi ben bunu da kendimi düşündüğümden yapıyorum aslında.
Yapıyorum derken ne kadar, üzülerek yapabileceğimin çok daha azı.
Yüzyılların bencilliğini damarlarına taşımış yeryüzünün bedenimdeki, ruhumdaki yansımalarına ben de yenik düşüyorum bazen.
Geri döneyim istiyorum, elimden geldiği kadar, elimden gelirse,
ama belki bazen hiç görmüyorum, onu da ben bilmiyorum.

Kelebek etkisi dedikleri bir şey var. Kestirmem mümkün değil hareketlerimin bütün sonuçlarını, evet bunu biliyorum.
İsterken birilerini, bir şeyleri mutlu edeyim, iyi geleyim, başkasına acı da veriyor olabilirim, belki gelmiş, belki gelecek zamanda…
Ama diyorum ki kendi kendime, rahat bırakayım düşüncelerimi, hesaplayabildiğim kadarı bile kazanç olsun bana, yüzü gülen bir insan, karnı tok kıvrılıveren bir kedi, üstümde durmayı seven bir kazak, koparılmamış bir dal…
Tabii göz ardı etmiyorum, aslında isterim de edemiyorum, etkimi karşılayan varlığın tepkisini, isteğini.
Bazen öyle oluyor ki istemiyor insan;
ne yaparsan yap gülsün yüzü,
bazen istemiyor hareketi sadece olduğu gibi görsün gözü.
İstiyor ki
alsın bütün kırılmışlıklarını, güvensizliklerini,
yapıştırsın korkusunun duvarlarına
Gururunu en kıymetli varlık saysın dünyada.
Sayesinde hiçe saysın senin bütün çabalarını boşa,
Yorsun bir hakaret, bir düşmanlık.

Herkes aynı değil, bunu milyon keredir biliyoruz, yani bildiğimizi sanıyoruz ama herkesi yine de kendimiz gibi sanıyoruz işte.
Bundandır arkamdan gülene verdiğim gülümseme, bundandır her yalana inanışım, bundandır her hareketi bir iyilik gibi yorumlayışım, gözüme de soksalar vazgeçmeden haklılık payı arayışım.
Ben de bilmiyorum insanlar aynı değil,
sanıyorum ki herkes ben.
Çünkü bir tek bu sayede vazgeçmiyorum hiç kimseden, hiçbir şeyden,
bu sayede gözümde kimi zaman saklansa da hep umut var.
Sanıyorum ki zaman gelecek
ve
insan evladı bilecek
mutluluk ancak kendi ettiklerinden gelecek.

16 Aralık 2009 Çarşamba

KISIM

Birkaç gündür toparlamaya çalışıyorum, dağınık düşüncelerimin içinde, bu konuya ait kelimeleri. Olduğu kadarıyla, düşünmekten vazgeçip elimin hareketine bırakayım da kendi kendilerine, bildiğim haliyle Türkçe’nin, akıversinler.

Düşünürüm ben, balık olmayışımdan sanırım. Fakat ruhumun dağınıklığı onlara da vurur da, biraz dağınık düşünürüm. O düşünce cümlelerinin ve görsellerinin arasında dolaşırken, bir ışık gelir, aydınlanma yaşanır, karar verilir ve odaklanma başlar. Bu sefer pek bir ciddi odaklanırım ve, de ki bir senaryo fikriyse bu, senaryoyu yazar, oyuncuları seçer, filmi de bir güzel çekerim. O zaman biter o kararın işi, rafa kalkar, gerçekleştirilmiş hayaller rafına.

Sorun:

Hayalden çıkıp gerçekleşirler ama, sadece bana
heyecanı da kalmaz düşüncesi de artık ortalarda.

Kısım:

Hep söylüyorum ya;

Kardeşim düşün!
Balık olana kadar düşünmeye mahkumsun sen.
Düşündükçe bulacaksın
Buldukça kazacaksın
Kazdıkça açacaksın
Açtıkça göreceksin
Gördükçe bileceksin
Bildikçe döneceksin
Yani
Düşündükçe yapacaksın
Düşünmek yolun bir kısmı

Fakat onu kafadan çıkarıp paylaşmak gerek galiba, böylesi biraz bencillik oluyor olabilir. Kesin konuşmuyorum ki bana dokunmasın ucu.

O filmi çekmek, heykeli yapmak, şiiri yazmak, fikri konuşmak gerek, başkalarına.

Yoksa bu işin bir kısmıyla diğer kısmını kısıyoruz işte.

Neden?

Tekliğimiz sadece bedenlerimizin ayrılığı sanrısından.
Birliğimiz için düşünce kadar başkaları tarafından da gerçeklenebilen eyleme ihtiyaç var.
Eylemeyince tamamlayamıyor varlık.
Tamamlamaya gerek mi var bilmiyorum, arzum bu işte, sadece duramıyorum.

Arzu etmemek de bir tercih, “üşeniyorum öyleyse yarın” kadar.
Ya da kendini ayırmak, parçalamak, teklemek, uzasın gitsin…

Yine de diyeceğim o ki;

Böylesi daha güzel olur,
anlamını kaybedeceği yere kadar.

3 Aralık 2009 Perşembe

AÇIK FİKİR

Açıklığa kavuşturmak istediğim bazı konular var:
İnsanlar konuşurken birbirleriyle (ki bu her zaman iletişim anlamına gelmiyor), karşılıklardan anlatamayabiliyorlar kendilerini, yok bireyselleştirmeyelim de kendi kafalarındakini...
Belki de tam da bu nedenle bu blog bir SERZENİŞ.

İnsan ne ister, bu soru dolaşıyor bienalden kelli bir süredir. Onu ister, bunu ister ama hep ister. İstemekten bir türlü sıyrılamaz ki o tamamen başka bir konu.

Şimdi; insan doğru bildiği fikirlerini paylaşmak ister.

Neden?

Kimine göre kendi fikrini kabul ettirmek için ki bunu da kabul ediyorum, elinde değil ya ister işte.
Doğru mudur peki?
Herkesin yaşadıkları, yaşadıklarından anladıkları, doğruları, yanlışları birbirinden farklı.
Herkes birbirinden farklı, nasıl düşüncesi aynı olsun.
Benzer olabilir, bazı konularda, bazen, ama bir ortak düşünceye bile varış yolu farklı... Yani bu ihtimal de var, tıpkı o yolların benzeşme ihtimali kadar.

Belki de paylaşmak kabul ettirmek için değil de geliştirmek için olabilir, başka bir pencereden bakmak, bir de başkasının gördüğünü görmek ya da kendi gördüğünü göstermeye çalışmak için. Ama sadece bir paylaşım olduğu göz ardı edilmeden, paylaşmak demek sendekinin hepsini karşıdakine vermek demek değildir.
Yukarıdaki durumlardan ötürü sadece anladığını ya da anlaşıldığını varsayabilir insan, ne zaman ki karşısındaki kendi değil, kendi karşısındaki değil ancak o kadar olur işte. Anlamalar hep yarım...
Bu kötü birşey midir? (kötülük de tartışılır da o da başka bir konu)
Hayır, bilirsen ki karşındaki sen değil, işte o zaman paylaşımda anlayışlılık geliyor, gelmeli.
Ancak o zaman diktatör olmazsın işte. Ancak o zaman çelişmezsin kendi kendinle, hem faşizmin karşısında duracaksın, hem de düşünceni dikte edeceksin, yoook olmaz. seninle aynı fikirde değil diye, anlayamıyorum, saçma geliyor diye sulandırmak, hele o seni yapar işte en büyük faşist.
Serbest bırakacaksın insanları, kendin serbest kalmak istediğin kadar.
Çelişmekte bir sakınca yok, bulmaya gittiğin yolda ama arada dönüp durum tespiti yapmak gerek ki, kendini kaybetmeyesin.

Ben adıyamanı görmediğimden, adıyamanın varlığı benim için şüphelidir, bunu göz önünde bulundurarak yaşarım. Bir adam gelse "ben adıyamanlıyım" dese, onun buna inandığına inanırım ama sorgumu yine de canlı tutarım. Sorguyu canlı tutarım, olmadığına inanıp bunu kapatırım değil.
Bu beni tembel mi yapar, asla değil, bir gün gelir ben de giderim adıyamana, gerçeklerim kendimce onu da... Tıpkı başkalarının yazdıklarını, gerçeklerini okumaktan geri durmadığım gibi...
Ama gerçekliğimin sorgusunu bitirmek zorunda bırakmaz bu beni, bu da böyle bilinsin yani....

2 Aralık 2009 Çarşamba

HEYECAN

Doktor olmadığımdan olabilir ki pek tanımlayamıyorum şu heyecan denen şeyi. Zaten şey dediğimden belli belki…
Ama ifade edesi var işte yine de uslanmaz ellerin; dedim ki “nedenini bilmesem de hissini tarif edivereyim”:

De ki yeni bir sorudan yeni bir cevap çıkardım; kollarım uzuyor, yeni bilgi edindim ya, ellerim gökyüzüne değiyor.

De ki Neverland’deyim; ellerim titriyor, kafam büyüyor. Var olmayan bir yerde var ettiğimden kendimi bedenim değişiyor.

De ki sinemadayım; karanlık çöktü mü, yüzüm gülüyor, nefesim hızlanıyor, bazen yetmiyor. İçindeyim ya birinin gözünün, hayatının, bedenim yok oluyor, ruhum özgür.

De ki yazıyorum, mesela şimdi; kafamı duyuyorum, elimin klavyedeki sesiyle. Yetişemiyorum ya düşüncenin hızına kalbim büzüşüyor.

De ki yazamıyorum, mesela yürürken; ağırlaşıyor midem, kasılıyor bacaklarım. Fikir geldi de kaçıverecek ya, ya da değişecek ele gelene kadar, saçlarım çekiliyor.

De ki bir grubun içindeyim; derdi dert, ruhu taze, arzusu diri, umudu açık; aklım duruyor. Konuşacaklarımın yarısı gidiyor. Gördükçe yeni fikirleri, gözlerim açılıyor da, kalbim büyüyor.

De ki yeni tanıdığım bir insanla, bir çıkış noktasından bir yere geliyor muhabbet; kulaklarım sağır oluyor, başka sesler yok oluyor. Başka biriyle aynı yerde durduğumdan, konuşulanlar kelimeler olmuyor artık, onlar da duyulmuyor.

De ki adamı gördüm; kafam yanıyor, gözlerim köreliyor, adamdan başka her şey uçuyor. Eli elime değse, kazayla bile; yok oluyorum, tamamen yok. Ne ruh benim, ne beden, hiçim o zaman, hiçliğimden haberdar.

27 Kasım 2009 Cuma

TERS YÜZ

Eller konuşmaz oldu bir süredir biliyorum ama yokluktan değil "yok"luktan ya da belki dalgınlıktan...

zilyon tane kelime vardı kafamda, ard arda gelince kimine göre anlamlı çıkarımlara varacak ama teknolojinin eline düşmüşüm ya bir kere güm oldu gitti hepsi. Ama bilinir önceki bir yazıdan bendeniz biraz inatçıyım, yine de aldırdım elimi bu internet denen illete ki hiç değilse kafamın köşesini paylaşma hamlemi yapayım..
İşte hamle budur:

Aşk vardı...
bir keresinde aşağılarda bir yerde yazmıştım bir yüzünü
Ters yüzünü yazayım diyorum şimdi de...

Bu romantizm teranesinden pek anlamıyorum ben. (elime geldi ya terane doğru mudur acaba onu da bilmem)
Olabilir ki; bir insanın gözlerinin içine bakıp "seni seviyorum sevgilim" demeyeli bayaa var.
Ama bunun bir sebebi var:
1,2 bilemedin 3 olsun, insan gerçekten öyle demek istediği için der.
Gerisi yine aynı terane (yok kesin yanlış yazıyorum ben bunu)
O an söylemeyesin gelir ama alışkanlıktan biraz,
hoş tutma arzusundan biraz,
ondan biraz, bundan biraz...
Söyleyiverirsin ezbere.
Elin sevgili dediğinin eline yapışır da herkese ilan edersin mallığını..
Kimse kızmasın. "Bu benim malım , ben de onun" durumu bu..
En acısı hem de ezbere mallık.
yoksa insan bilse mallığını da "yok kardeşim mallığım en önemli varlığım" dese amenna (bu da yanlış olabilir bak)
Kabul ediyorum maldım bir zamanlar. Hatta bir keresinde öyle bir malıydım ki malımın, öyle hoşnut, öyle acılı, öyle mutlu, öyle aşık.. ama mallığım mal varlığımın kaybına neden oldu, bilen bunu da gayet iyi bilir.
Uzatmayalım...
Ne tanımına giresim var kardeşim birinin ne de eline yapışasım.
İstemediğim hiçbirşeyi yaşamak istemiyorum. Bencilim ulan, sevdiğimin arzunu da düşünmüyorum.
Amaaa...
Ben sevmiyor muyum, tutmuyor muyum el, dillendirmiyor muyum aşk...
yaparım, pek de güzel yaparım, hem de beni sevmesini beklemeden, istemeden severim ben elmayı. Elma da beni sevmeyiversin çok da tın.
Ama değerli elma biraz kibarlık nedir bilsin. Elmalığıyla havalara kalkacaksa, elma olmaktan çıkar o zaman, ya da belki çıkmaz ama bir kendine çıkmaz işte. Bakar o zaman elmalığıyla aynaya, oh der elma elma güzel elma.
Demem o ki, kimse bilmiyorsa sen elmasın, sevmiyorsa seni, bence biraz düşün bakalım ne kadar elmasın.
Eğlenceli bir anlatım diliyle yine biraz uzattım ben bu mevzuyu...

Neden ters yüzü bu, o aşkın deyivereyim de bitsin bu iş:
O Aşk; insanı yerinden, yurdundan, ruhundan eden, özgürce ilan edilen de edildikçe artan aşk var ya...
Gün geliyor insanın gururuna yeniliyor, aşk halinin, ya da kişinin kendi halinin aşağılanmasına dayanamıyor.
Oysa
Elma zannediyor ki; pek kıymetli, varsa vereceği sevgisi, düşünemiyor ki sen ona elmasın onun sana olduğu kadar...

18 Kasım 2009 Çarşamba

EZBER

Şu ezber meselesine, bilen bilir, hep takığım ben.
Artık diyorum, dillendireyim ellerimle de bir göreceli artı daha koyayım evrensel yokluğuma.

Ezber; güzel dostum,
sanki ihtiyacın varmış gibi,
Eğitilmeye çalışıldığın ilkokulda eline tıkıştırılan bir şiir değil sadece.
O şiirin içindeki derdi de ezberliyorsun.
Yetmedi!
O şiiri eline veren, kendini ezberletiyor sana,
Senin gün geldiğinde o olman için eğitiyor seni.

Çirkefliğe gerek yok kuşkusuz bir tek şiirle yapmıyor bunu,
Hatta
Kendi de başkasını ezberlediğinden, bilerek de yapmıyor.

Yani ne oldu?
Sen "eğitilmişliğinle” büyütüldüğünde; ezber bir o, ezber bir bu oluyorsun.
İster yedirilen siyasal bir ideoloji olsun, ister dinsel, ister tensel…

Farkında mısın?
Yemek yemek bile ezber.
Ulan ben sabah, öğle, akşam yiyorum da
Yahu kardeşim neden, diye soruyor musun?

Çirkefliğe gerek yok; elbette ki fiziksel olarak ihtiyaçların olduğu
Yoksa
Bedensel hayatına devam edemeyeceğin söyleniyor.
Ama aslında bu da ezber
Sen hiç açlıktan öldün mü?
Ölecek kadar aç kaldın mı?

Milyonlarca örnek işte
sen o ucundan tut, ben bu…
Ama tut, bil, gör.

Çirkefliğe gerek yok; emir, ukalalık, zart zurt başka bir ezber tanımlamadan değil bu kip.
Zaten sen olan benin bir halt becerdiğinden de değil.
Yazdıkça algısal güzellikten çıkan yazımlarım şımarıklıktan değil.

Kaygı bu galiba, belki.
Ya da kaygısızlıktan da olabilir.

Yazım’ın (yok iyelik değil o) özü şu ki;
Deneyimle sindirmediğin,
bildiğin benliğinden sıyrılıp başka gözlerle (yok, yok çirkeflik yok; başkasının gözü demek değil o)(belki gözsüz) görmediğin
her şey, bir o kadar hiçbir şey,
zannettiğin gibi senin kararın değil,
yazık ki senin seçtiğin hayatın (hoş o ne demek ayrı konu, onu da bilen yok ya) hiç değil.
Özgür irade; şu göreceli zamanda, zannettiğin gibi sahip olduğun bir halt mı acaba?

Al sana Paradoks işte!!!

Acaba kaybolmak mı?

Ama kaybolduğun bilinmiyorsa bir tarafça, kaybolmuşluğunun fark edilmez gerçekliği senin kadar kayıp olacak aslında. "Yok" değil; kayıp, giz, bakarsın biraz da sır…

11 Kasım 2009 Çarşamba

GÖRECE

Ofisin zamanından çalıyorum, zevkle
Göreceli zamandan göreceli üçkağıt.

Yağmur nefesimizi tazelemek için yağarken Antalya sokaklarına, ben hapis hayatımın ezber hırsızlıkları içinde debeleniyorum.

Değiştirmek istiyorum ya dünyayı, hiç durmadan konuşuyorum, tutkum; tek benim bildiğimin doğruluğuna taptığımdan sanılıyor.

Açıklama yapmalıyım:

Farkına vardığım bildiklerimin, aslında çok da var olmayan şimdide, doğruluğuna inandığım doğrudur.

Çünkü

Daha önce dillendirdiğim üzere hepsini kendim buldum. Dikkat çekmek isterim; kendim buldum, fakat kendime, mutlaka bir tek ben değil. Dolayısıyla hepsine inanıyor, hepsini savunuyor, kendi elimdeki, beni tatmin etmiş bilgimi paylaşıyorum.

Soruyu soralım;

- Ey çok bilmiş, fakat aslında yaşı bilmeye yetmez kişi, benim de senin bulduklarına inanmam mı gerek?

- Hayır. Paylaşırkenki amaç bu değil, dikte etmek değil bilgi vermek. Ne zaman ki insan bir veriyi kafasında işleyip, gerçekliyor ve kullanılabilir kanıtlanmış bir bilgi haline dönüştürüyor, o zaman ki; zaten bulduğu şeyin en yeni, en gerçek, illa derecelendireceksek, en üst bilgi olduğunu düşünüyor. Eğer ki gelip kendisinin geçtiği ve kapattığı yerleri açar, buna dair bir fikir belirtirseniz, ancak dinlenebilir ve hoş görülebilirsiniz. Çünkü bu kişi, sizin fikrinizin doğruluğunu sorgulamıyor, çünkü yanlışlığına karar vermiş.

- Yani benim fikrim yanlış, bir seninkiler doğru??

- Hayır. Herkesin doğrusu da yanlışı da kendine. Bana bu doğru, kendi doğrumu savunurum, savunurken isterim ki sen benim, sen gibi düşünürken sorduğum soruları sor, cevapları ara. Hiç olmadı benim sana sorduğum sorulara cevap ver. Dön, bak kendine, sen de aynı şeyi yapıyorsun aslında. Çünkü; herkesin doğrusu da yanlışı da kendine.

- Dogmacılık bu, tartışılmaz fikirlerini paylaşıyorsun yüce bilge?

- Ben de düşündüm acaba öyle mi diye. Ama değişebilirliğini reddetmiyorum ki, sen bana kanıtlarını sun, sorgulama sonuçlarını göster, beni ikna et. İkna olma potansiyelim var, yeter ki çıkarımların benim mantığımla ters düşmesin. Bir de tabii açı işi var. Bazen benim olduğum yerden görünmüyordur belki senin düşüncelerinin mantıklılığı, tıpkı bazen senin oradan görünmediği gibi benimkilerin.

Kabul etmek gerekiyor ki, bu laf kalabalığının söylemek istediği birkaç tek kelime var: Görece, Algı, Farkındalık…

Agresif üslubum; hareketlerimin gerekçelerini görmelerini, beklemek istemediğim için insanların. Yaptıklarının nedenlerini açıklayan bir insanım, bunu da hissettirmeden sinsice yapmak istemiyorum, yüzüne, gözüne, ruhuna vurmak istiyorum karşımdakinin.

Sevdiğim adama, nedenini anlayamasa da, Seni Çok Seviyorum diye tekrarlamalarım da bundan, olur da bir hareket benden ona başka giderse algıdan kelli, aklında dönsün dursun diye cümlem.

Yanlış yapınca, dile getirip özür dilemem de, reddederken bile açıklama yapmam da bundan... ve o da, ve bu da....

Yani anlayacağınız hiç durmadan konuşuyorum ama, hep kelimelerin yettiği kadar anlatayım hiç değilse diye… Çünkü hareketin gidişatı da bir o kadar görece...

6 Kasım 2009 Cuma

SINIR

Boş boş bakıyorum ekrana, yazmak istiyorum ama ne, ama ne...
Kafam darmadağın
her zaman ki gibi belki

Yapı olarak pek alışkın değilim boşvermeye ve şimdiye kadar çok da haklıydım.
Kendime verdiğim zararlar, sonuçlar düşünüldüğünde hep bir yarara dönüşmüştü, bazen benim için bazen sadece bir başkası için.

Şimdi, acımın altından kalkamıyorum, kulaklarımda çınlayan DOGS'a rağmen. Mükemmellik bu işte, mükemmel olan tek şey şimdiye kadar gördüğüm, duyduğum, hiçbirini yapmadan sadece bildiğim, bu. Pink Floyd bu, nasıl da kanıtı zamansızlığın...

........................

O kadar da özel değil,
tanıyanlar bilir
zaten pek severim acımasını ruhumun,
orda olduğunu unutmayayım diye
hep acıtıyorum biraz da özellikle

Ama biraz baskın çıktı boşvermişliğin acısı
Şimdi onu, yani ruhumu kaybetme noktasında

Öyle bir çelişki ki bu
kaybetmemek için boşvermem gerekiyor
en azından gibi geliyor

Ama boşverirsem
o da kaybetmişliğin bir göstergesi olmayacak mı??

Çıkamıyorum içinden,
Üzgün de değilim,
Kızgın ya da kırgın.
Değişen hiçbirşey yok algımda.
isteğim de var ama

Öyle bir çelişki ki
istediklerimi yapmamak istiyorum artık
Ama
Onları yapmayınca kaybetmiş olmuyor muyum
Akışı...

Geçen gün nerede olduğunu bilmediğinden gidemediğini yazmış biri (ya da en azından ben öyle anladım)
Oysa gitmek için sadece gideceğin yeri bilmek yeterli değil mi?
Hem o zaman eylemin gerçekleştirildiğinde tarafından
artık yerini de bilmiş olmaz mısın?

BÖyle, diyeceğimi demeden duramıyorum.
İlgilisi tarafından bilinsin ya da bilinmesin...

Sonra kendime soruyorum
Nedir bu inat?
Neye karşı, neden karşı da yanında değil?

Yandan göremiyorum belki de neyle beraber olduğumu...

Komplekslerim, egom, aklım, ruhum...
Hepsi ben'im.
Kendime dönüyorum ben.
Başka çarem yok çünkü
kimsenin beni göremediği gibi gerçekten
ben de göremiyorum kimseyi kendimi gördüğüm gibi.

Kelimeler yetmiyor ki anlatmaya, hareketler...

PIGSe kulak verirken ben,
sen bilemiyorsun ne geçtiğini içimden,
yazmama rağmen.

Buraya kadar okuman da boşuna bunu,
çünkü benim yazmam sadece bencillikten.
Ben öyle bencil biriyim ki,
okumazdım bile buraya kadar,
uzadıkça uzayan,
saçma,
dengesiz,
çelişki yığını
lafları, eğer senin olsalardı.

Ama herkes de başka be kardeşim.
Kimisi bencil benim gibi yazmaktan
kimisi bencil senin gibi okumaktan.

Başkaları için yapılan güzellikler bile
aslında etsin belki de insan kendini tatmin diye.

3 Kasım 2009 Salı

45" SİGARAM

Çalışıyorum ben, tıpkı dünyanın pek çok insanı gibi... Ben, kar amacı gütmeyen bir meslek kuruluşunda çalışıyorum, dolayısıyla mükemmel parasal ya da manevi karlar elde etmiyorum.

Rahat bir işim var, öyle büyük sorumluluklar, hırslar, hiç bitmeyen çalışma saatleri yok, kendi tercihim bu, çünkü yaşamak için çalışmak benim için daha iyi, çalışmak için yaşamak değil. Yalnız sadece daha iyi, çünkü ideali aslında çalışmadan yaşamak, yani bir "iş"te.

Bir süredir kontrolünü kaybetiğini düşünen sevgili üstüm, bir direktif ile ofisteki terasımızda sigara içilmesini YASAKLADI. Anahtarını aldı açık alanımızın ve kilitli tutuyor. İlkokul çocuğu muamelesi yaparak, bizleri mümkün olan, şimdi, bu şekilde aşağılayarak KONTROLü ele alıyor yeniden.

Çok sinirleniyoruz önce, bizi nasıl böyle aşağılar diyoruz.

Diyoruz ki, egosunu tatmin etmek için, bizleri kullanıyor, ki kullabilir çünkü öncelikle kullanmasını engelleyecek hiçbir yasa yok, bu tamamen onun İNSİYATİFine kalmış.

Sonra biraz düşünüyoruz nedir bu tatminsizliğin nedeni?

Yalan bir saygıyı sevgi gibi işleyebilir algısına. Kendisinden uzaklaştırdığı bizleri mecbur bıraktığı yalan gülümsemelerimizi, belki de özel hayatında hiç yaşayamadığı SEVGİnin yerine kullanabilir.

Sonra bir gün geçiyor, öfkemizin üstüne yatıyoruz ve istifa etme araştırmaları, yasa okumalar hep geride kalıyor.

Karar veriyoruz, Ghandinin güzel sözüne dayanarak; bizlere eziyet edenleri bağışlıyoruz, çünkü onların da kurtarılmaya ihtiyacı var(gerçi belki tam çevirmemişimdir ama bence anlaşıldı).
Biz yine de seviyoruz, sayıyoruz ÜSTümüzü, üstümüze çıksa da. Yalan gülmelerle, şapşal saygılarla nefret besleyeceğimize, herşeye rağmen bir İNSAN gibi yapılması gerekeni yapmaya KARAR veriyoruz.

Kendimi daha iyi hissediyorum şimdi, ofiste birşey değiştiği için değil, sigara mühim değil. Daha iyi hissediyorum; kin sevgimi yenemediği için, gözüm körelip, yanlışlara çarpmadığı için...

31 Ekim 2009 Cumartesi

ÖLÜM

Mutluluğumuzu yazdık beceriksizce bütün hücrelerim.
Şimdi de vazgeçmek zorunda bırakılmanın insana yaptığı zulümden bahsedelim.

Sevmiyorum ben ya tanımlanmayı, insanların her şeyi ezberleriyle tanımlamalarını, o yüzden de biraz inatçıyım bu konuda.

Diyorum ki; gerçek bir tek sana gerçek.
Diyor ki; ölüm bir gerçek.
Ancak sen bilirsen ölüm o, diyorum.
Diyor ki; bilimsel olarak ölüm...

Kişiye göre ben felsefik bakıyorum duruma, halbuki pek okumuşluğum yok felsefik düşünürleri falan, yani herkesin bildiklerini, aslında pek bilmiyorum ben. Kendi düşünürlüğümden kaynaklanıyor, kimine göre saçma çıkarımlarım.

Sen bilmiyorsun, ölüm ne demek ölü dediğine
Ölüm sadece sana ölüm, yani geride kalana.
Yani eğer ki onu da bilmiyorsan,
başkasının ölüsü hop oluyor senin canlın,
sen gibi tıpkı.
(Buradan yola çıkarak senin de ölü olup olmayışını konuşurduk ama, sonraya bırakalım eğer varsa)

Bilim bildiği yere kadarını kabul ediyor gerçek.
Yani bilimin bildiği kadar gerçek ölüm de.

Bu sadece bir düşünce, yoksa insanın algısına düştü mü birinin ölümü,
ah vah ediyor, ben de ediyorum. Annannemin yokluğuna ediyorum hala bilge dedeminkine ettiğim gibi; çünkü kontrolümün, algımın dışına taşıyor onunla paylaşımım. Ne güzelim kızılcık marmelatı var artık bana, ne de dedemin sohbeti...

Yani

Bilimsel bilgi kabul eder ki, biraz konuşunca, aslında insan birini artık göremediğine, iletişemediğine ah vah ediyor.

Zırvalarımdan yola çıkarak diyebilirim ki,hatta diyorum ki;
Ölüm kelimesinin karşılığı "vazgeçmek zorunda bırakılmanın insana yaptığı zulüm" olarak değiştirilebilir. (hoş sözlükte karşısında ne yazar onu da bilmiyorum ya)

Eklemeden de edemeyeceğim:

Üstelik
eğer yakınında durduğum şey ölümdüyse,
göreceli zamanın eski anlarında,
bilinsin ki;
sizin göremediğiniz,
sizi göremediğini bilmiyor.

GÖRDÜM

Vücudum yorgun, ama gördüklerimin verdiği mutluluğumu yazmadan, yatırmak istemiyorum onu yerini yeni değiştirdiğim yatağa.


Bir yazı yazdım bir yerde.
Keskin, kimine göre..
Süregelmiş, alışılmış kavramlardan dem vuranlar
son derece haklı olarak
görmediler kelimelerimin anlamlarını,
serzenişimin ihtivasını.

Daha çok yazdım, daha çok anlattım...

Bugün!
gördüm ki, görenler ben olmuş konuşmuşlar
Adım varken bile, yok olmuş başkalarında...

Sadece bir yazı yazdım, bi yerde...
Ama almış yürümüş kendi kendini
başkalarıyla..

Bugün!
Bir kez daha gördüm ki
çabam değil boşa.
bildiğim gün de gelecek
ben bildiğim gibi burada olmasam da...

23 Ekim 2009 Cuma

GERÇEK



Geçen gün Zeitgeist forumunda yazıyordum arkadaşlara da aksilik oldu eylemim sonuçsuz kaldı. Dedim ki hazır yenilik gazı var içimde buraya döküvereyim bu seferde Gerçek hakkında pıtırdığım serzenişimi... Hoş aynısını hatırlayamam kelimelerin ama fikir hep aynı nasılsa..

TDK sözlüğünde 10 tane karşılığı ver gerçek kelimesinin, bir de orada yazmayan karşılığı var, bana geldiği haliyle gerçeğin:

Gerçek=Algı

herşey ancak algıladığımız kadar gerçek.

Ne zaman ki sadece kendi gözümüzle görüyoruz,
işte o zaman sadece o kadarını biliyoruz.
Kimi der ki biz aslında herşeyi biliyoruz
ama benim ona da cevabım var:
Biz ne bildiğimizi biliyoruz ne de bilmediğimizi...

Gerçeğini değiştirebilir insan, geliştirebilir
bazen sadece geriletebilir, yenik düştüğünde körlüğüne.

Açılacak kaçıncı gözdür ya da insan sadece gözle mi görür bilemem
ama
böyle düşününce zaten göz de ne kadar gözdür?


Yargılamadan önce bunu kavramak gerek bence.
bilmek gerek seni öldürenin de başka birşey bildiğini
ya da sadece bildiğini zannettiğini.
Böyle söyleyince sanki bir yanılsamaymış gibi gelir
ama
zannettiği anda insan o bilgi de kendi kadar gerçek aslında.

Herkes birbirinden farklı düşünüyor,
Hatta herkes düşünüyor belki,
BİR'liğinden ayrılıp bedenlere vardığından beri.
ama ne zaman ki zannedersin bu senin için gerçek
Dönüş yolunda başkalarını da görmek gerek...

Kavram karmaşamda boğmadan kimseyi çıkmak istiyorum bu başlıktan, resminde ne demek istemişti sevgili arkadaşım Tuğba bilmiyorum ama bana öyle geldi ki başlığa tam da denk geldi.

Başka bedenlerde olsak bile aynıyken bu kadar
kendi kendimizin altında kalıyoruz, yapıştırılmış duygulardan....

AŞK

Aşık olduğumu bilmeyen yok ne güzel. Coca Cola söylemiş " Paylaştıkça artan Tat"...

fakat algıladıklarınla göreceli, bildiklerinle sınırlı aşk da...

O kadar kendi kendine bir herneyse ki tutunmak için kullanmak ancak onu heba etmek olur.

Konuştukça da etkisi yok oluyor sanki insanlarda ama işte yine algı paradoksu...

Ne kadar çok kendimize saklarsak o kadar gerçek sanıyoruz bir şeyi. Oysa içerde tuttukça gerçekliğini var edemiyoruz, sadece hayal o zaman..
Kanıta ihtiyaç mı var, hayır yok ama insan hayallerinin hepsini aklında tutamıyor sınırsızlığından ötürü düşüncelerinin. Gerçek etmeyince aşkı, unutuyor işte o zaman. ama bunu o kadar düşünmüyor ki farkına bile varamıyor. ama o başka bir paradoks....

Korkunun ecele ne kadar faydası yok oysa...
Denk geldiyse o ışık, renk, enerji, her ne derseniz; ne saça başa bakıyor, ne kulağa, ne göze...

Aşk başlı başına bir hareket, hayatın içinde değil. aksine ondan çıkmamı sağlayan. Olmayan gerçeklikte başka bir gerçek, algılanmış... Şizofreniye kaçar biraz ama kaçsın, cinayete kaçsa daha mı iyi insan.

Karışıklık baş kelime iken iskeletimi tamamlayan, aşk bana sadelik katıyor. dingin coşkusuyla, içimi renklendiriyor....

SUSMAK

Biraz kırgınım şu an susup da benim korkularımı, benim yanlışlarımı, benim bilgisizliğimi ve bin tane sizliğimi kendi yerine konuşturana, çok objektif olmayabilir yazdıklarım.. ama olacak diye de bi kural yok ya ben yazıyor olduğumdan beri, o yüzden cesurca girerim muhabbete.

Çok konuşup da hiç beceremediğimden olsa gerek, hep kıskanırım susanları...
Ama görüyorum ki herşey her zaman doğru değil yapılırken.
Susacağı yeri bilmeli insan belki, bilmiyorum belki susacağı yeri belirlemeli...
görüyorum ki ben sanarken kendimi tek başına, benden başkaları da var....
tam da dedim ya susunca karşındaki konuşuyor senin yerine. Anlamlar yüklüyor susmalarına,belki yanlış belki doğru ama susandan başkası bilmiyor ki bunu..
Anlam yok mu bilemem ama bildiğim, değişebilirliği kadar yeni öğrenebileceklerimle, hatta senin de bildiğin belki ey okur düpedüz bencillik bu... hem de büyük harflerle BENCİLLİK...

Konuşmak iki kişilik bir eylem, biri seninle konuştugunda, SANA birşey anlatmak istiyor, SENİN onun anlattıklarını dinliyor olup yüce fikirlerini beyan etmeni umuyor. Yoksa neden paylaşılsın ki bir fikir, saklansın kendine de, kendi kendini yesin bitirsin belki.

SUSMAK...

düpedüz ayıp, hem de büyük harflerle AYIP...

Suskunluğumdan al almak istediğini, alabileceklerini, umurum mu sanki benim senin ne konuştuğun yerime, ne sonuçlara vardığın, ne çıkarımlar yapıp ne tepkiler verdiğin. Debelen dur benim suskunluğumun yüceliği içinde. Görmüyorum bile çabalarını hissetmiyorum içindekileri...

Kendi egomuzda boğulalım da görmesin hiç kimse iğrençliğimizi olur mu....

Doğru yeri bulup bir güzel susalım, anlamasın hiç kimse bilip de bilmek istemediğimizi...

Ben kendime geleyim de alayım kendi bircik egomu elime, çıkayım yabancı yerlerde yabancı olayım kendime de başkasına da...


İşte burda benim lafım bitti. Ben susarım artık o zaman madem yok saygımız hiçbir hiçbirimize, ben susarım o zaman... kırgınlığımın üstüne yatar onu da birgün unuturum, mükemmel hafızamı mükemmel yönlendiriciliğimle...

ÖFKE


Kendi kendini gaza getirmek diye birşey var kardeşim. Önce biraz kızarak başlıyorsun sonra kızdıkça kızıyorsun, kızgınlıktan başka birşey üretemediğinden. Öfke içini kasıp kavuruyor, rüzgarlar estiriyor, çığlıklar attırıyor, "nasıl yaa nasıl, nasıl yapar bunu bana, nasıl yapar onu ona" ....

Dün duydum ki Altın Potakal Heykelleri'ni kınıyormuş kimi kesim,gerekçemiz de çocuklar utanıyor. Ulan, o çocuğun yanında etmediğin küfür yok senin, etmediğin pislik, saygısızlık yok, herşeyden önce bağnazlığınla utandırıyorsun o çocuğu. Ama hiç düşünmüyorsun bunu, "ben ne yapıyorum" diye bir kere bile sormuyorsun. Sen nasıl bir insansın ki bir heykelin memesinden tahrik oluyorsun...

İşte ben de böyle öfkelendim, konuştukça haklı çıktım, haklı çıktıkça öfkelendim.

Ne oldu peki.... ben de yanlış soruyu sordum işte.nasıl değil, NEDEN...

Neden böyle düşünüyor bu adam, ya da birşey düşünmüyor... Çünkü bilmiyor, öğretilmemiş ona hiçbirşey, ezberletilmiş bütün hayat, bütün anlamlar; Başkalarının zamanlarındaki, kafalarındaki, kağıtlarındaki anlamlar, hayatlar ezberletilmiş. Bir kere bile sormamış adam, bir kere bile yoklamamış başka olasılıkları.

Ben ki; kendimi kimseden hiçbir varlıktan ya da yokluktan ayrı tutmak istemezken, ben ki; kötüye kötüyle karşılık vermenin iyi hiçbirşey üretemeyeceğini bu kadar iyi bilirken, sormayıverdim işte doğru soruyu egoma yenik düştüm, "ben görürüm de bu sığ adam göremez". Neyi görürsün acaba sen, kimsin ki göreceksin...

Ama bu bir kısır döngü; bu sefer de öfke döndü bana, konuştukça konuştum büyüdükçe büyüdü öfkem, ne faydam var ulan benim insanlığa, parçası olduğum doğaya, bu evrene...

Fark ettim ki konuşuyorum da dinlemiyor kimse beni, belki doğru kelimeleri, hareketleri seçemiyorum konuşurken...

Çıkamıyorum içinden, çıkamadıkça öfkeleniyorum. Diyorum ki boşa gitmesin hiçbir nefesin, sana kucak açan güzelim doğaya teşekkürlerini sun, herşeyi ama herşeyi severek, etrafındaki sevgiyi büyüterek.

Paranın köleliğinden ve ne olduğumuzu, neyin parçası olduğumuzu bize unutturan bencilliğimizden, saçma öfkemizden, saçma ırkçılığımızdan, saçma yalnızlığımızdan, saçma gururumuzdan, bütün bu saçmalıklarla sadece tükettiğimiz hayatımızdan kurtulmak için çalışalım, çalışalım, tüketmek için değil yeni hayatlara da üretmek için. Birbirimizi öldürmek için değil yeni doğanları gülümsetebilmek için, kendimiz için değil bazen sadece bir başkası için. Vazgeçelim paranın ve onun kölelerinin bizi yöneterek bunu bizim için yapacağına inanmaktan, koca bir yalan bu. Kimdir ki bu para ya da onun malı insan, ne farkı vardır ki; benim, onun tarafından yönetilmeye ihtiyacım olsun. İnsanlığım özünü görse bilir bir arada yaşamayı, yaşatmayı, paylaşmayı, devam ettirmeyi.

Bu benim gözüm işte, onu da biliyorum. Sırf benim gözümün gördüğü yüzünden kimseye birşey demeye haddim olmadığını da. Ama bu da beni öfkelendiriyor işte ve en başa dönüyorum ben yine. Kendim birşey görüyorum ama ben bile gidemiyorum oraya.

Sordum birgün sevdiğim adama, birlikten kuvvet doğar mı diye, dedi ki doğar. Sakın biz de birlik olursak benim tek başıma yapamadığımı tek birliğimizle yapacak olmayalım. Bütün kandırılmışlığıyla; sevgili bayrağım, toprağım diyen sevgili arkadaşım gibi bile bile köleliğimize devam etmek yerine ufaktan harekete geçsek mesela olmaz mı. Geçilen hareketlere katılsak, "güzel söylüyorsun Elif ama bunlar hep hayal, ütopya bu seninki" demesek de, ne yapabiliriz, ne yapılıyor, bir baksak olmaz mı acaba????

Yanlışların bana yedirdiği yanlış ÖFKE, defolup gitse içimizden olmaz mı, son parçasını onu kovalarken kullansak....

İNAT

İnatçıyım ben, koçluğumdan mıdır bilemem..
Ama bir inat ettim mi, kendime rağmen uzuuun sürelerce dönemem.
Öfkeliyim, öfkem bitmek bilmiyor, kabul edeyim diyorum o da olmuyor. Kabul edeyim ki gitsin başımdan, ruhumdan, mükemmel mutsuzluğumun sebebi olmasın..
Ama yok, inatçıyım ben.
Güzel mi, iyi mi...
Hayır, hiç değil. Ama hep güzel şeyler mi yapıyoruz tapındığımız insanlığımızla...
Birbirimizi en çok biz öldürmüyor muyuz, en çok biz göz yummuyor muyuz....

Bıkkınlığım ergenlik debelenmesi sanılmasın, ya da sanılsın ne fark eder.

Ben değil miyim kocamanlığını kabul edemeyen de inatla hala mükemmel hayatının başlamasını bekleyen.

Ben değil miyim başlayacak diye beklerken, bütün hayallerini kafasının içine gömen.

Ölümüm çabuk olur benim, ondan başka birşey düşünmediğimden...

İnatçıyım ya, doğruyu söylesen yine de kabul etmem..

Dinlemeyi de bilmem ben, öğrenemedim gitti, saygı duymayı başka fikirlere..
Zannederim ki benim bilgeliğim başka beyinlere kapılar açacak hep....

Ne bilgelik ama....

Kapatmışım kendimi de haberim yok. Kandırmışım bir güzel, zannetişim hep konuşursan hep anlaşılırsın, zannetmişim kendini korursan iyi kalırsın.
Yok öyle olmuyor o iş.
Ama inatçıyım ben, vazgeçemem kendimden, şimdilik bildiklerimden...

Gitmek gerek, bazen bu yerden, bazen bu kimden....

Depeche Mode wrong çalıyor kulaklarımda. İnadımı bırakıyorum şimdi, bu şarkıyla.. Ben gidiyorum o zaman...

Her zaman herşey doğru olmuyor, kimi zaman kimi de. Ben de doğru değilim işte bu zamanda.

Bırakayım egomun inadını bir kenara, ses etmeden SUSARAK gideyim. bu kimden....

Ellerime sağlık olsun, uğraştırmadığımdan daha fazla...

GİTMEK

ne kadar yabancıysam blog alemlerine, keşif bile bir uzadı da yine de tam olmadı. Fakat yazasım var ya deli gibi, her zamanki sipariş, ne yazacağımı bilmeden....

Sevmiyorum yumuşak klavyelerle yazmayı bir o kadar, istiyorum ki yazdığımı hissederken ruhum, sesini de duyabilsin doyasıya, ya da ellerine bulaşsın solaklıktan ötürü mürekkep...

Gitmek istiyorum... bir eylem olarak olduğu kadar bir olgu olarak gitmek, metafor bu gitmek derken gitmeyip de gitmek, bazen de giderek gerçekten.

Kaçışla aynı manaya mı gelir çok emin değilim ama insan her zaman savaşacak gücü de bulamıyor....

neyle savaştığı tam bir muamma tabii. çünkü kendini yenemiyor istese de, teslim olamıyor bir türlü indirse de yelkenlerini...

Gerçekten ben'ler var benden içeri, bir türlü tarif edemem, anlayamam, haberdar olmak sadece benimki. Haberdarım birden fazla karakterim olduğundan, karakter diyorum kostüm kelimesini sindiremediğimden.

O kadar çabalarken tek olmaya yine de göremiyorum işte her zaman.
Kızıyorum bol bol, dün fark ettim o kadar nefret ediyorum ki kendimden, üzerime kusasım geliyor.
Depresiflikten değil, istemediğim göreceli gerçekten, yanıltıcı sanrıdan....

Gitmek istiyorum, önce kendimden... Sonra herkesin ortak paydada utanmadan buluştuğu bu yerden. Bu YER'den....

İntihar edecekmişim gibi geliyor sesi. Oysa tam da bu hisle tutunmak istiyorum, etkilemek istiyorum etrafımdakileri buradan gitmeden gidilecek bir yer olsun diye bu YER...

KENDİM

Farkında olmak gerek, hep söylüyoruz, hepimiz.
Dönüp kendine bakmalı insan, bilmeli neyi neden yaptığını, tanıyabilmeli; hislerini, doğrularını, yanlışlarını, güzellerini, çirkinlerini, tutkularını, bıkkınlıklarını...

Yargılanıyorum sürekli, yargıladığını bilmeyen, bilmek istemeyen tarafından.

Kararsız bulunuyorum, sanki bir karar vermek zorundaymışım gibi... Sanki kararını veren uygulamaya geçebilirmiş gibi...

Söylediklerimi dinlemeyen, söylediklerini dinlemediğimden şikayet ediyor.

Anladığımı anlamayan, anlamadıklarımı söylediğimdeyse öfkeleniyor.

"egosunun dengesizliğinden sıyrılmış olan" aşağılıyor beni durmadan. Söylüyorum da yine de dinlemiyor.


Kızmıyorum, ama kızmıyorum da bunu da anlatamıyorum.. Şaşkınlıktan belki inandıramıyorum.. O da pek umurumda değil ya....


Bağlıyım benliğime, ondan vazgeçmek istediğim kadar...

Ama deniyorum, farkına varayım, yanlışımı tekrarlamayayım diye...

Bağlıyım kendime, ondan vazgeçmek istediğim kadar, o yolda kullanacağım tek karar da benimki olduğundan.

Razıyım kendimi vermeye, ismimi silmeye ama bunu yaptığını zanneden inatla görmüyor...

Bağlıyım kendime, ondan vazgeçmek istediğim kadar, çünkü ben olmayınca herkes bir tek kendine var...

ANLAM

.......................................................
Kimseyi tanımlar içine sokmak istemem,
Kendim de girmek istemediğimden.
Yeşili görsem ona bile yeşil diyemem
Bir an olsun şüphelenmeden.
Bu beni bir şey mi yapar pek onu bilemem ama
Bir şey değil hiç birşey olmak belki..

Yeni tanımlar yapasım var hayata,
Yeni dil, yeni kelimeler, konuşulmayan.

Bedenimden ayrı, benliğimi katasım var hiçliğe
Dengeleri bozasım, sonra yeniden kurasım var
da
çelişkiye düşeceğimden harekete geçemem...

Kim derdi ki bir gün gelir burada olursun
Ya da kim diyebilir şimdi bana tam da buradasın.

Ölüm kimine gelir bir parçası yaşamın,
Kimine sadece yok oluş.

Görüp de dönenimiz yok
ya
döndüğünü bilenimiz?

Ne sanatçılığımın bir delili var
Ne insanlığımın...

Varlığım bir şaibe yokluğum kadar!

Oysa su olduğumu bilirim ben
Bence su da beni bildiğinden…
.....................................